Jean-Luc Godard’ın Dili, Atlamaları ve Protestoları
                                                Eki, 31 2025
                        Jean-Luc Godard, sinemanın kurallarını yıkarak baştan yazan bir isim. 1960’ların Fransa’sında, geleneksel hikâye anlatımına karşı, kırık kesitler, aniden değişen sesler ve anlamsız görünen diyaloglarla bir devrim başlatmış. O, sadece bir film yapımcısı değil, bir felsefeci, bir siyasetçi, bir dil bilimcisiydi. Sineması, izleyiciyi sadece bir hikâyeye değil, düşüncelere, sorulara, kırık bir dünyaya davet ediyordu.
Ne Demek Bu ‘Dil’ Denen Şey?
Godard’ın filmlerinde diyaloglar, anlamadan önce ses olur. Karakterler birbirine bakmaz, kameraya bakar, bazen kendi içsel monologlarını okur. Bir kadın, bir erkeğe ‘Seni seviyorum’ derken, ekranın diğer ucunda bir radyo haberinde bir asker ölüyor olabilir. Bu, bir aşk sahnesi değil, bir dilin nasıl manipüle edildiğinin kanıtıdır.
1963’te çekilen Contempt (Aşkın Öfkesi) filminde, bir senaryo yazarı, kendi yazdığı diyalogları kendi ağzından okurken, senaryonun gerçekliğini sorgular. Godard burada sinemanın, edebiyatın ve ticaretin birleştiği yerde, dilin nasıl sömürüldüğünü gösteriyor. Filmdeki diyaloglar, gerçek duyguların yerini tutmak için yapılandırılmış, satılmış metinlerdir. İzleyici, bir aşk hikâyesi izliyor gibi hissediyor ama aslında bir dilin nasıl kırıldığını görüyor.
Atlama: Neden Kesintiler Var?
Godard’ın filmlerinde bir sahne, başka bir sahneye geçerken, aniden atlar. Bir otobüs içindeki sohbet, bir kahvehaneye geçmeden önce, bir dakika sonra bir kütüphaneye sıçrar. Bu, hata değil, kasıtlı bir teknik. Sinema tarihinde, bu tür kesintiler, izleyicinin hikâyeye ‘bağlanmasını’ engellemek için yapılmıştır. Godard, senaryonun sadece bir yolculuk olmadığını, bir düşünce süreci olduğunu söylüyordu.
Breathless (Nefes Kesici)’de, karakterler birbirlerine bakmadan konuşur, sesler birbirine karışır, kamera aniden durur, sonra yine başlar. Bu, sinemanın ‘gerçek zamanlı’ bir deneyim olmadığını, bir yapay sistem olduğunu hatırlatır. İzleyici, sürekli olarak ‘Neden burada?’ diye sorar. Ve bu soru, Godard’ın asıl amacıdır: Sana ne olduğunu söylemek yerine, seni sorgulamak.
Protesto: Sinema Ne İçin Savaşır?
Godard, 1968’de Paris’teki öğrencilerle birlikte yola çıkmış. Sineması, sadece bir sanat değil, bir silah olmuştu. La Chinoise (Çinli Kız) filminde, gençler bir evde Marx ve Mao okurken, kamera onların konuşmalarını izlerken, aynı anda bir radyo haberinde bir savaşın haberi veriliyor. Bu, bir film değil, bir protesto kitapçığı.
1970’lerde, Godard, ‘Dziga Vertov Group’ adlı bir grupla birlikte, sinemanın kendi içine kapanmasını reddetmiş. Filmlerini kamera ile değil, kalemle çekmeye başlamış. Letter to Jane’de, bir gazete fotoğrafı üzerinden, medyanın nasıl gerçekleri şekillendirdiğini analiz ediyor. Bu, bir film değil, bir akademik çalışma. Ama o, bu çalışmayı bir sinema salonunda gösteriyor. Çünkü o, sinemanın sadece eğlence olmadığını, bilgiyi ve direnişi taşıyabileceğini biliyordu.
Yeni Dalga ve Modern Sinemanın Kökeni
Godard, Fransız Yeni Dalga’nın en bilinen ismiydi ama o, bu akımı ‘yaratmış’ değil, ‘yakmış’tı. Yeni Dalga, sinemanın ‘dışarıdan’ gelmesini istiyordu. Hikâyeleri Hollywood’dan değil, sokaktan, kafe kitaplıklarından, gazetelerden alıyordu. Godard, bu yaklaşımı sadece bir tarz olarak değil, bir etik olarak kabul etti.
1959’da çektiği À bout de souffle (Nefes Kesici), bütçesi 400.000 frang, 20 gün süren bir çekimle yapılmıştı. Kamera, elde tutulmuş, ses kaydı, dış seslerle karışmış, aktörler kendi konuşmalarını yazmıştı. Bu, bir film değil, bir aksiyondu. Ve bu aksiyon, dünya çapında sinemacıları etkiledi. Martin Scorsese, Quentin Tarantino, Pedro Almodóvar, hepsi Godard’ın bu ‘kötü’ filminden ilham aldı. Çünkü o, sinemayı ‘tam’ yapmayı değil, ‘bozmayı’ öğrendi.
İzleyiciye Soru: Sen Ne İstersin?
Godard’ın filmleri, izleyiciyi yalnız bırakır. Hiçbir şey açıkça söylenmez. Kimi zaman bir karakterin ne düşündüğünü anlamak için, bir sahnenin 10 dakikasını izlemek gerekir. Kamera, bir pencereden dışarıya bakar. Bir kadın, bir kahve içer. Bir radyo, bir haber verir. Ve sen, ne olduğunu anlamaya çalışırsın.
Bu, sinemanın ‘anlamı’ olmayan bir deneyimidir. Ama tam da bu yüzden, bu deneyim sana aittir. Godard, senin zihninde bir film izletmek istiyor. O, senin düşüncelerini, sorgulamalarını, korkularını film haline getirmek istiyor. Bu, sinemanın en güçlü hali: Seni düşünmeye zorlamak.
Godard’ın Kalıtımı: Bugün Nerede?
2025’te, sinema, akıllı telefonlarda, YouTube’da, TikTok’ta akıyor. Hikâyeler 15 saniyede bitiyor. Diyaloglar, algoritmalar tarafından optimize ediliyor. Ama Godard’ın düşüncesi hâlâ geçerli: Sinema, senin zihninde kalmalı. Seni sorgulamalı. Seni harekete geçirmeli.
Modern bir film yapımcısı, bir sahne için 300 kez kesim yapar. Godard, bir sahne için 300 kez düşünürdü. Bugün, bir filmde ‘anlam’ arıyorsan, onun filmlerini izle. Çünkü o, anlamın olmadığı yerde, anlamın doğduğunu gösterdi.
Kimler Onun Etkisinde Kaldı?
Godard’ın etkisi, sadece sinemada değil, müzikte, edebiyatta, sanatta da hissediliyor. David Bowie, Low albümünde, Godard’ın sesiyle çalışmış. Patti Smith, şiirlerinde ‘kamera kesintileri’ kullanıyor. Edebiyatçılar, cümlelerini kırarak, anlamsız hale getirerek, Godard’ın dilini taklit ediyor.
Ve bu etki, Türkiye’de de var. Sinema öğrencileri, İstanbul’un dar sokaklarında, kamera ile bir sokakçıyı izlerken, Godard’ın ‘kaynak’ metotlarını uyguluyor. Bir kahvehanede, bir genç, kamera ile bir yaşlı adamın konuşmasını kaydediyor. Ses, bozuk, arka planda bir radyo çalıyor. Kimse ne dediğini anlamıyor. Ama bu, tam da Godard’ın istediği şey: Gerçek, anlamdan önce gelir.
Ne Öğrenmek İstersin?
Godard’ı izlemek, bir film izlemek değil, bir düşünceye katılmaktır. O, seni bir hikâyeye götürmez. Seni bir soruya götürür. ‘Neden bu?’ ‘Neden burada?’ ‘Neden bu ses?’
İlk izlenimde, onun filmleri ‘anlamsız’ gelir. Ama ikinci izlenimde, senin kafan içindeki seslerin farkına varırsın. O sesler, toplumun, medyanın, dilin, kendi içsel korkularının sesidir. Godard, senin bu sesleri duymana izin verir.
2025’te, herkes bir şey söylemek istiyor. Godard, senin ne dediğini sormak istiyordu. Bu, belki de onun en büyük ilhamı.
Jean-Luc Godard kimdir?
Jean-Luc Godard, 1930 yılında Paris’te doğmuş, Fransız Yeni Dalga sinemasının öncü isimlerinden biridir. 1960’larda çektiği Nefes Kesici ve Aşkın Öfkesi gibi filmlerle, geleneksel sinema anlatımını devirerek, yeni bir dil ve yapı kurmuştur. Sadece bir yönetmen değil, bir felsefeci ve siyasi düşünür olarak da tanınır.
Godard’ın sinemasında ‘dil’ ne işe yarar?
Godard’da dil, anlamdan ziyade bir araçtır. Diyaloglar, gerçek duyguları değil, medyanın ve toplumun manipülasyonlarını yansıtır. Karakterler birbirine bakmadan konuşur, sesler karışır, radyolar haber verir. Bu, dilin nasıl sömürüldüğünü gösterir. Dil, burada anlatmak için değil, sorgulamak için kullanılır.
Neden Godard’ın filmlerinde kesintiler var?
Kesintiler, izleyicinin hikâyeye aşırı bağlanmasını engellemek için kasıtlıdır. Godard, sinemanın gerçek zamanlı bir deneyim olmadığını, bir yapay sistem olduğunu hatırlatmak ister. Bu kesintiler, izleyiciyi düşündürür: ‘Neden burada?’ Bu soru, onun sinemasının temelidir.
Godard’ın filmleri neden protesto olarak görülür?
Godard, 1968’in öğrencileriyle birlikte yola çıkmış ve sinemayı siyasi bir silah olarak kullanmıştır. Çinli Kız ve Jane’e Mektup gibi filmlerde, medyanın gerçekleri nasıl şekillendirdiğini, bireylerin nasıl manipüle edildiğini gösterir. Sinema, burada eğlence değil, direnişin bir aracıdır.
Godard’ın etkisi bugün nerede görülür?
Quentin Tarantino, Martin Scorsese gibi yönetmenler, Godard’ın kırık anlatımını ve ses-kamera dengesini takip etmiştir. Günümüzün bağımsız sinemalarında, sokakta çekilen, sesi bozuk, diyalogları anlamsız görünen filmler, Godard’ın mirasının doğrudan devamıdır. Hatta TikTok ve YouTube’da, 15 saniyelik kısa filmler, onun ‘kesinti’ tekniklerini kullanır.